Vahdet

Türkçe’nin tek bir doğru biçimi vardır. Bu doğru biçimi de Türk Dil Kurumu (TDK) falan gibi dil otoriteleri belirleyip düzenler. Dilin tek bir doğru biçim olduğuna göre, bundan farklı konuşma biçimlerini de doğru sayamayız. Bu görüşe karşı çıkarken ki temel pozisyonum şuydu: Dilde farklılaşma esastır; tüm diller aslında farklı konuşma biçimlerinin bir mozaiğidir. Yani, Türkçenin tek bir biçimi yoktur; Türkçenin bir ‘doğru’ biçimi de yoktur. Bu pozisyon dilbilimde genel kabul görür — yani bilimsel bir temeli vardır — ancak bu görüşü nerede dillendirsem biri mutlaka şu şekilde karşı çıkar: “E, ama böyle ‘Dilde doğru yanlış olmaz’ dersek herkes kafasına göre konuşmaz mı? Yani dilde keşmekeş hakim olmaz mı?” El-cevab: Bir, herkes zaten tam da kafasına göre konuşuyor. İki, herkes tam da kafasına göre konuştuğu için de dilde keşmekeş yerine ‘kesrette vahdet’ hakim.

Diğer bir deyişle, zihnimizde dil davranışımızı belirleyen bir gramer yüklü; bu gramerin ciddi bir kısmı tüm diller için geçerli ve bize tanıdığı özgürlük alanı da gayet belirli ve dar. Bu iddianın iki ayağı var: Öncelikle dilde kural koyucunun bir kurum vs. olduğunu sanmak gerçekte olan durumu tam ters algılamak oluyor; kural koyucu zihnimiz — yani ‘kafamız.’ İkincisi, kural koyucu zihnimiz derken, dili bireysel bir keyfiyet ya da tasarruf alanı sanmamak lazım: Zihnimizin bilinçdışı bir düzleminde — yani bizim erişemeyeceğimiz bir derinlikte — dili evrensel bazı yasalar yönetiyor.

İnsan dilindeki tüm çeşitliliğe ve farklılıklara rağmen herkes farkında olmadan bu yasalara uygun konuşuyor. Bu iki ayağı sırasıyla açalım şimdi.

Dil, toplumsaldan ziyade beyinsel, zihinsel bir fenomen. Bu yüzden de dilin TDK falan tarafından düzenlenebilecek bir şey olduğu fikri biraz naif kalıyor. Dil sisteminin büyük kısmı insan biyolojisinin hala anlamaya çalıştığımız bir parçası. Beynimizin sol tarafında, dil konusunda uzmanlaşmış Broca ve Wernicke bölgeleri diye iki bölge var. Beynimizi bir bilgisayara benzetirsek, bu iki bölgeyi bilgisayarın içindeki çok sayıda elektronik parçadan ikisi gibi düşünebiliriz. Bu bilgisayar analojisini biraz daha ileri götürebiliriz: Malum, bilgisayar irili ufaklı çok sayıda yazılım işletir.

Örneğin, bilgisayarın her parçasının bir driverı (ya da aygıt sürücüsü) vardır; o driver yüklenmezse çalışmaz. Driverlar da yetmez, bilgisayarı bizim kullanabileceğimiz hale getiren Windows 10, OS X, Android ya da Ubuntu Linux gibi bir işletim sistemi yüklüdür bilgisayarda. O da yetmez, yazı yazmak, hesap yapmak gibi özel işler için Word gibi, Calc gibi uygulama yazılımları da bulunur. İşte üç aşağı beş yukarı bu şekilde, beynin farklı farklı bölgeleri de bir yığın farklı yazılım işletiyor. Broca ve Wernicke bölgelerine gelince, onlar da dille ilgili bir yazılım işletiyor; biz de bu yazılım sayesinde birbirimizle konuşuyoruz.

Bu dil yazılımı beyne nasıl yüklendi, tam olarak ne içeriyor, nasıl işletiliyor vb. sorular üzerinde hummalı bilimsel çalışmalar yürütülüyor. Yani, bağlayacak olursak, dilin toplumsal bir boyutu var, ama an be an işleyişi aynen yukarıda anlattığım şekilde. Dolayısıyla da dilin dikkate değer bir kısmının herhangi türden bir toplumsal müdahaleyle belirlenmesi imkansız. Biyolojimizin işleyişini belirleyen doğa kanunlarına ne kadar müdahale edebiliyorsak dilin işleyişini belirleyen doğa kanunlarına da TDK vb. kurumlar marifetiyle o kadar karışabiliyoruz.

Beynimizin ve dilimizin işleyişini belirleyen bu doğa kanunları öyle güçlü ki dünyadaki 7099 insan dili — birbirlerinden ne kadar farklı görünürlerse görünsünler — hep bu kanunlara göre işliyor. Biz bu kanunlara ‘Evrensel Gramer’ diyoruz. Evrensel Gramer, birbirinden çok farklı görüşlere sahip dilbilimcilerin ortak araştırma alanlarından biri. (Demir leblebi gibi olan bu konuya şöyle bir diş geçirmeye niyetlenirseniz şu ve şu siteleri deneyin.)  Bir iki örnekle nasıl bir şey olduğunu basit ve somut bir şekilde anlatmaya çalışayım. Aşağıdaki Türkçe ve İngilizce örnekleri bir inceleyin:

Ahmet [ Ali’nin kendini yaraladığını ] sanıyor.
Ahmet thinks [ that Ali hurt himself ].

Bu örneklerdeki kendi ve himself gibi öğelerin — biz bunlara ‘dönüşlülük zamiri’ diyoruz — sabit bir anlamı yoktur; anlamlarını başka öğelerden alırlar. Türkçe örnekteki kendinin kim olduğunu sorarsak cevap gayet basittir herhalde? Ali. Ahmet olması mümkün değil. Aynı gözlem İngilizce için de geçerli: Himself sadece Ali olabilir, Ahmet olması imkansız. Farkındaysanız iki dilde de dönüşlülük zamirleri anlamlarını küçük cümlenin (kırmızı parantezle çevrelenmiş bölge) içindeki birinden almak zorunda. Şöyle düşünün: Kendi ve himselfte bir internet linki var,  bu linke tıkladığın zaman o web sitesinin içindeki başka bir sayfaya gidiyorsun, sitenin dışına çıkamıyorsun. Şimdi bu durumu aşağıdaki örneklerle karşılaştırın: 

Ahmet [ Ali’nin onu yaraladığını ] sanıyor.
Ahmet thinks [ that Ali hurt him ].

Bu örneklerdeki, ‘kişi zamiri’ denen o ve him gibi öğelerin de sabit bir anlamı yok. Önceki örneklerdeki dönüşlülük zamirleri gibi kişi zamirleri de anlamlarını başka öğelerden alıyor ama dönüşlülük zamirlerinden farklı öğelerden. Şimdi aynı soruyu soralım: Türkçe örnekteki o kim? Ali değil orası kesin, yani aynı küçük cümle içindeki başka bir öğe olamaz — dönüşlülük zamirlerinin tam tersi yani. O bir üst cümledeki Ahmet olabilir ya da iki cümlede de adı geçmeyen başka biri olabilir, Ayşe mesela.

Aynı durum İngilizcede de geçerli: Him, Ali olamaz; Ahmet ya da üçüncü bir kişi olabilir. Dönüşlülük zamirlerine kıyasla kişi zamirlerinde şöyle bir şey var yani: Bunlardaki internet linkini tıkladığında illaki seni sitenin dışına atıyor, orda bir sayfaya bağlanıyorsun; sitenin içinde kalman mümkün değil. İşte, dönüşlülük ve kişi zamirlerinin bu kaprisli ve birbirine zıt davranışları evrenseldir; dilden dile ilginç küçük farklılıklar olsa da tüm dillerde ortaktır. Ne kimse kendi keyfine göre “Yok ben ona tıklayıp aynı site içinde bir sayfaya gideceğim” diyebilir ne de TDK çıkıp “Bundan böyle tez ona tıklanıp aynı site içinde bir sayfaya gidile” diyebilir.

Yani, hem ‘kafamıza göre’ (yani beynimizin işlettiği bir dil yazılımına göre) konuşuyor olmamız kesinlikle keyfi bir şekilde konuştuğumuz anlamına gelmiyor, hem de “Dil öyle kullanılmaz böyle kullanılır!” diyen ona buna karışan ya da “Amanın! Dilimiz kirleniyor!” diye feryat figan eden buyurgan ve tasfiyeci tavırlar gayet anlamsız kaçıyor. İşte bu şekilde, beynimizde bir dil programı var ve bu programın ürettiği insan dilleri, bir yığın mantıksal olasılığa ve dünyada binlerce dil olmasına rağmen, çok dar bir aralığa sıkışmış. Kesrette vahdet… Bundan çıkan şöyle de bir sonuç var: Dil davranışımız bizim kontrolümüzün tamamen dışında ve bir insan beynine sahip olmakla alakalı bir şey, yani doğuştan geliyor. Bir nevi Allah’ın emri yani…

WeCreativez WhatsApp Support
Merhaba Size Nasıl Yardımcı Olabiliriz?